Hasan Pekmezci: “Değişim sanatın karakteridir”
Röportaj: Arş. Gör. Dr. Zeliha Kayahan
Yeni olanı denemek/deneyimlemek her zaman biraz ürkütücüdür. Başarısız olma düşüncesi başarımızın önündeki ilk ve en büyük engeldir aslında. Ancak tüm bu olumsuz fikirler duayen bir eğitimci, akademisyen ve sanatçı olan Hasan Pekmezci’nin dersindeyseniz; zihninizden uçup gider. Artık ne tasarım aşamasından ne de önünüzde hiç bilmediğiniz bir yığın malzemenin baskısından korkmanız gerekmez. Çünkü hiç bilmediği bir tekniği kendi ifadesiyle “yokluklar çağında” tamamen deneme-yanılma yoluyla bin bir çaba ve zorluklarla öğrenmiş ve o teknik hakkında da bir kitap yazarak belki de en büyük ideallerinden birini gerçekleştirmiş bir sanatçı karşınızda durmaktadır. “Bu tekniğin her ayrıntısını yazıp kitap haline getireceğim ve yayınlayacağım. Herkese karşılıksız dağıtacağım, isteyen herkese öğreteceğim” söyleminin ardından 1992 yılında ülkemizde anadilde yayınlanan ilk ve tek serigrafi kitabını yazan değerli Hocam Prof. Hasan Pekmezci ile Engravist takipçileri için yaşamı ve sanatının yanı sıra baskıresmin bugünü ve yarını hakkında konuştuk.
Hasan Hocam bize baskı resim sanatıyla ilk tanışmanızı anlatır mısınız?
Biz, sanırım eğitim sistemi ve öğrencilik açısından en şanslı kuşaktan sayılırız. 1950’lerde öğrencinin kimliği, kişiliği, ilgileri, sevgileri, yönelimleri, yetileri ile bir değer olarak görüldüğü, bunların gelişmesi için tutarlı rehberlik, motivasyon, maddi, manevi destek sağlandığı; dahası bir mücevher işlemesi gibi özenle yetiştirildiği bir eğitim dizgesi.
Bu eğitim Köy Enstitülü öğretmenlerimin görev yaptığı köyümdeki yoksul ilkokulda tutarlı bir disiplinle başladı. Sırasıyla ilkokuldan sonra kazandığım altı yıllık İvriz Öğretmen Okulu’nda; İvriz’den sonra eğitim gördüğüm İstanbul Çapa Öğretmen Okulu Resim Semineri’nde ve son olarak Gazi Eğitim Enstitüsü’nde.
Köy Enstitülü öğretmenim Mehmet Çıpan’ın yönlendirmesiyle İvriz Öğretmen Okulu’nu kazandım. Bu kazanma hayatımın en önemli başarısı sayılır ki başaramasaydım, ben yoktum, bunu adım gibi biliyorum. İvriz Öğretmen Okulu ve onun gibi 21 altı yıllık Öğretmen Okulları 1954’te yasası değiştirilen Köy Enstitüleri’nin iç geleneğinin, atmosferinin devam ettiği; teori ve pratiğin çok iyi dengelendiği; aklın, bilimin, kültür ve sanatın egemen olduğu yatılı okullardı. Benim gibi yoksul-arkasız köy çocuklarının tek kurtuluş yoluydu. Kültür ve sanat dersleri temel kazanım alanları sayılıyordu. Müzik, Resim ve Beden Eğitimi’nden başarılı olmak nitelikli bir öğretmenin temel ölçütleriydi. Bu nedenle her yıl Gazi Eğitim’in Resim ve Müzik, Beden Eğitimi Bölümleri’nden mezun olanlar içinden en başarılılar bölüm kurullarının değerlendirmesi ve seçimi ile Öğretmen Okulları’na gönderilirdi. Milli Eğitim Bakanlığı bu kurala olduğu gibi uyardı, hiçbir değişiklik yapmadan.
Özellikle 21 Köy Enstitüsü’nden Öğretmen Okulları’na dönüştürülen her okulda donanımlı resim-iş atölyeleri, müzik salonları, spor alanları vardı. Yetkin öğretmenler başarılı çalışmalarla öğrencilerin alana ilgisini, sevgisini çeker, onların kendilerinin yetilerini geliştirmelerini, başarılı olmasını sağlarlardı; adeta yarış içinde.
Böyle bir çağdaş eğitim kurumunda tanıştım, resimle. Desen, suluboya, yağlıboya, guaj, baskı resim tekniklerini uygulayarak öğrenme şansım ta bu yıllardan. Yani 1958 yılında başlar, resim ve baskıresim serüvenimiz; 2018 itibariyle 60. Yıl.
Şablon baskının, linolyumun, bolca bulunan ağaç baskının uygulandığı atölyelerimiz. Bu atölyelerde yaptığımız resimlerimizin, desenlerimizin ve baskılarımızın da yer aldığı özenli bir dosya ile 1962’de İstanbul Çapa Öğretmen Okulu Resim Semineri sınavlarına katıldım. Bu okul resim ve müzik alanında özel eğitim veren, bu amaçla İlhami Demirci, Malik Aksel, Selahattin Taran, Hidayet Gülen gibi önemli ressamların öğretmen olarak görevlendirildiği, az sayıda öğrencinin seçildiği çok özel bir uygulamaydı.
Burada da devam ettik baskıresim çalışmalarına. Hatta baskıresimlerimizle okul dergisi çıkardık o yıllarda. Önümüzde bir örnek vardı çünkü: Türk edebiyat yayıncılığında çok önemli yeri olan Varlık Dergisi her sayısında kapağında ve iç sayfalarında baskı resimlerden örnekler yayınlardı, ilgili metin ve şiirleri de destekleyen.
Seminerden sonra Gazi Eğitim Enstitüsü’ndeki eğitimimizde daha da bilinçli, daha da kapsamlı baskıresim çalışmaları yaptık; Nevide Gökaydın, Mürşide İçmeli, Nevzat Akoral gibi öğretmenlerimizin rehberliğinde. Bu kez gravür ağırlıklı büyük boyutlu çalışmalar… Maden Atölyesi öğretmenimiz Muammer Bakır da çok başarılı baskılar yapıyordu.
Gazi Eğitimi bitirdikten sonra ben de seçilerek altı yıllık yatılı Arifiye Öğretmen Okulu’na atandım. Orada ilk işim atölye kurmak ve baskı çalışmalarını öğrenciler arasında yaygınlaştırmak oldu. Kesme, oyma, yontma, merdaneler, boyalar çok ilgisini çekiyordu öğrencilerin. Gece gündüz atölyeden çıkmak istemiyordu öğrencilerimiz. Ben de burada yağlıboya çalışmalarımın yanında aralıksız 70×100 cm ölçülerinde çok sayıda ağaç baskı çalışmaları yaptım.
“Bunun her ayrıntısını yazıp kitap haline getireceğim ve yayınlayacağım.
Herkese karşılıksız dağıtacağım, isteyen herkese öğreteceğim.”
Türkiye’de serigrafi denilince ilk akla gelen isimlerden birisiniz? Çünkü alana dair ilk serigrafi kitabını 1992 yılında siz yazdınız. Bize serigrafi tekniğini keşfetme sürecinden ve bu alanı Türkiye’ye tanıtma hevesinizden bahseder misiniz?
Baskıresimlerle uğraşırken bu arada serigrafiye ilgi duydum. Öğrenmek araştırmak için kaynak, bilen insan, görecek atölye yoktu. Bunu ancak Ankara’da 1975’te anlatılmaz çabalarla öğrenmem, uygulamam mümkün olabildi.
1975 yılında dönemin politik karmaşası içinde Arifiye Öğretmen Okulu’ndan Çankırı Ortaokulu’na sürgün edildik, eşimle. Burada yarım gün eğitim nedeniyle serigrafiye olan ilgimi geliştirecek zamanım olmaya başladı. Ankara’da bir serigrafi atölyesi buldum, Akay yokuşunda. Gittim, sağda solda boyalı tezgahlar, kutular, boyalar; nasıl heyecanlandım. “Ben serigrafi öğrenmek istiyorum, onun için geldim” deyince görevli çıraklar, ustalar gülmeye başladılar, alaycı sırıtmalarla. “Yok kardeşim” dedi usta sandığım biri; “Her isteyene serigrafi öğretirsek biz ne yapacağız” Kapıyı gösterdiler bana. Üzüldüm bu tavır karşısında. Bunları konuşurken de dikkatle göz hırsızlığı yapıp bir şeyler kapmaya çalışıyordum bir yandan da. Masanın üstünde faturalar vardı; en üsttekini okuyabildim; “Rodoslu Kardeşler”.
Oradan çıktım, daha doğrusu kovuldum ama ilk kez bir serigrafi atölyesi ve serigrafi tezgahlarını görmüştüm, beynimde kayıtlandı bunlar. Üstelik bir de işime yarayabileceğini sandığım adres bulmuştum. “Bir serigraficide bulunan fatura ancak buna ait malzemeleri ya da serigrafiyle ilgili bir alanı ifade eder” düşüncesiyle hemen sormaya başladım, “Nerede bu Rodoslu Ticaret?” Posta Caddesinde olduğunu ve Matbaa malzemeleri ile ilgili olduğunu öğrendim. Araya sora gittim, buldum. “Ben serigrafi yapmak istiyorum, ne gibi malzeme gerekiyorsa alacağım” dedim. “Biliyor musuz, serigrafiyi” dediler. “Hayır ama öğreneceğim” dedim. “Zor öğrenirsin, nerede öğreneceksin ki?”
Bir masanın üzerine malzemeleri taşımaya başladılar. Taşınan malzeme arttıkça bende de panik. Bir fiyat çıkardılar ki benim maaşımın iki katı. “Aman etmeyin, en ucuzundan ve en gereklilerinden verin” diye yalvardım adeta. Yine bendeki paranın çok üstünde bir fiyat. Paketi orada bırakıp, Aydınlıkevler’de oturan Şükran’ın teyzesine ve eşi Hasan babaya koştum. Sıkıla sıkıla borç para alıp, tekrar Ulus’a geldim. Bir dünyanın parasını ödediğim malzemelerle ve her yanı yolların bütün tozunu içine alan eski bir minibüsle Çankırı’ya yol alırken bir yandan da çok borçlandım; bunları nasıl kullanacağım ya sonuç alamazsam tedirginliğini yaşayarak.
Bir ay gece gündüz serigrafiyle yatıp-kalktım; deneylerle, sınama yanılmalarla, evi darmadağın ederek. Uzun çabalarla sonuç almaya başladım. Her yerim boyalara bulanmış olarak. Hele hele bir boya kokusu. Taa sokağın başından itibaren berbat bir koku bizim evin her yanını sardı.
İnatçılığımla, eşimin değerlendirmesiyle “Keçi Burcundan” olmamın yararıyla; zaman içinde bütün ayrıntıları ile uygulamada güzel sonuçlar elde edebildim. Kendi kendime de söz verdim; “bunun her ayrıntısını yazıp kitap haline getireceğim ve yayınlayacağım. Herkese karşılıksız dağıtacağım, isteyen herkese öğreteceğim”
Bunların gerçekleşmesi elbette zaman aldı ama Türkiye’de ilk serigrafi kitabını yazdım, bastırdım; epeyce para ödeyerek. Ücretsiz dağıttım, sayısını bilmediğim konferanslar, uygulamalar.
“Biz Rönesans insanı anlayışına inananlardanız”
Hiç unutmam, 1980’lerin başında tam kara kışın yaşandığı bir Mart ayında Kızılay, Tuna Caddesi’ndeki Sanatseverler Derneği’nde serigrafi ve ardından gravür uygulaması yaptım. Bir izleyici “Baskı yapmak çok kolaymış, bundan sonra sizin baskıresimlerinizden kim alır, bu kadar kolay basılan bir resme kim para verir” dedi. Bunda gerçek payı da yok değildi. Gizemli, kimsenin bilmediği, çok çok zor olduğuna inandırılan bir şey olmalıydı ki satın alsınlar, para versinler. Kimileri öyle yapmış daha öncelerden başlayarak. “Çok zordur serigrafi ve gravür; üstelik çok pahalı malzemeler, herkesin yapamayacağı işler” gibi bir hava ile. Biz, “bir insan bir şeyi isterse, ama yürekten isterse ve buna bağlı çabayı gösterirse mutlaka öğrenir, yapar” düşüncesinde olanlardanız. “Ne kadar zor olursa olsun; yeter ki amaçlansın, istensin; birkaç alanda da başarılı olabilir bir insan. Biz Rönesans insanı anlayışına inananlardanız. İnsan denen en mütekamil-en gelişmiş yaratığın insan olduğuna ve çok yönlülüğün yaratıcılığı pekiştireceğine inanırız. Leonardo da Vinci ve Michelangello herkesçe bilinir zaten. Ama örneğin Bernini büyük bir ressam, aynı Bernini Vatikan katedralini ve meydanını tasarlayan mimar. Alberti Mimar, ressam, heykelci. Bu alanlarda ilk kitapları yazan insan. Bizden bir örnekle İbn-i Sina tipik bir Rönesans insanı modelidir. Çok yönlü, çok boyutlu bilim, kültür, felsefe, tıp bilgini. Bu nedenle her insan kendini bir alana sıkıştırıp, ilgi alanlarını, yetilerini yok etmemeli, diyenlerdenim.
Amaçladığım, hayal ettiğim Serigrafi-İpekbaskı kitabım çok ilgi gördü, üniversitelerden, atölyelerden. 2000’lere doğru Milli Eğitim Bakanlığı için yeniden ders kitabı olarak hazırladım; Talim Terbiye Kurulu kararlı bir kitap oldu ve binlerce basılarak tüm ilgili okullara dağıtıldı. Aynı şekilde Desen kitabım da Güzel Sanatlar Liseleri için ders kitabı olarak yayınlandı.
1970’lerin sonuna doğru sevgili Süleyman Saim Tekcan İstanbul’da Kadıköy’de profesyonel anlamda serigrafi atölyeleri kurdu, Eğitim Enstitüsü’nde de eğitimine başladı. Ben de Ankara’da 1980’lerden itibaren Gazi Eğitim Enstitüsü Resim-İş Bölümü’nde Serigrafi atölyesi kurdum. Ders olarak okutulmaya başlandı. 1986’da Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde atölye kurmaya, önce yarı zamanlı ders vermeye ve başladım, 1987’de Gazi’den ayrılarak oraya geçtim ve gravür, serigrafi, ağaç baskı ve litografi baskı atölyelerini kurdum, sağ olsunlar öğrencilerimiz çok ilgi gösterdiler, gece-gündüz açık olan bu atölyelere. Bu serüven devam etti, 1985-1991 arası ODTÜ Endüstri Ürünleri Bölümü’nde de serigrafi-gravür atölyelerini kurarak dersler verdim. 2010’larda da önce Tunus Caddesi’ndeki yerleşmede sonra Gölbaşı’nda Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde baskı atölyesi kurup, derslerini yönettim. Anadolu’daki üniversitelerde çok sayıda uygulama yaparak genç arkadaşlarımızın ilgilenmelerini sağlamaya çalıştım.
Üniversitelerde baskı resim alanında atölyeler kurup birçok proje gerçekleştirdiniz. Emekli olduktan sonra da baskıresmi insanlara ulaştırmaya devam ediyorsunuz. Sizce baskıresme karşı sanatseverlerin yaklaşımı nasıl? Geçmişle kıyasla daha iyi bir noktada olduğumuzu söyleyebilir miyiz?
Geçmişe göre baskıresme ilgi elbette var ama bizde kültür düzeyi ne olursa olsun insanlarımızda, tekil resme ilgi ve itibar daha çok. “Benden başkasında olmasın, sadece bende olsun” duygusu. Bana göre bencillik nedeniyle çok az sayıda basılmış olsa da çoğaltma resme ilgi yetersiz. Baskıresim paylaşım kültürüne bağlı gelişen bir alan. Paylaşım kültürü gittikçe daralıyor toplumumuzda, bu nedenle çok özel ilgi duyanlar dışında pek itibar gördüğünü söylemek zor. Baskıresim armağan ettiğim; ilgili, duyarlı bildiğim insanların bile dudak bükerek baktığını gözlemledim. Hediye ettiğim rulo halinde ambalajlı baskımın ilk götürdüğümde konduğu dolabın üstünde beş yıl sonra açılmadan durduğuna tanık oldum. Bunda “resminiz çok başarısızmış belki” diyecekler çıkabilir ama o da olamaz, çünkü Devlet Resim-Heykel Sergisi, DYO ve Viking yarışmalarında sergilenen ve ödül alan baskı resimlerimdendi.
Teknolojik gelişmeler, baskı malzemeleri, sergiler olanaklar arttı doğal olarak. Neredeyse her üniversitenin baskı atölyesi var. Ama anlayışta ilerleme aynı anlamda değil.
Baskıresmi sanatın demokratikleşmesi, sanatın paylaşımında yaygınlaşmaya katkı gibi tanımların yapıldığı batı ülkelerinde ilgi daha fazla. Bunu Almanya’da Köln’de ve Münster’de açtığım sergilerden biliyorum.
Yeni yaşanmış bir örnek vereyim: Cezayir’de Nisan ayında Beux-Art’da/Güzel Sanatlar Okulu’nda baskı uygulaması yaptık, bütün öğretmen ve öğrencilerin katılımıyla. Buradaki baskılardan hediye olarak imzaladım, öğretmenlere. Nasıl bir ilgi ve nasıl bir değer verme. Kültür Bakanına hediye edilen bir baskım için bakanın adıma yazılmış özel teşekkür yazısı var. Modern Sanatlar Müzesi Müdürü Dalila Ourfali’nin kaç kez başkalarına anlattığına tanık oldum, hediye ettiğimiz baskıyı. Bunun ne derecede etkili olduğunu tam araştırmadım ama çok başarılı saydığım adı baskıresimle bilinen arkadaşlarımız boya resimlere yöneldiler son yıllarda. Baskıresmi neredeyse geri plana iterek boya resimlerle sergi açma yarışındalar.
Bunu bir alanda resim yapanın başka bir alanda yapamaz gibi bir saplantıyla söylediğim sanılmamalı. Çok yönlülüğü savunan biri olarak böyle düşünmem kendimi inkar olur. Ama yaşamının çok büyük bölümünde bu alanda eser veren, ödüller kazanan sonra boya resme geçenleri anlatmak istiyorum; geçsinler ama asıl alanlarını ön planda tutmaya devam etsinler; baskıresim kan kaybetmesin.
“Üzerinde aylarca, makyaj yaparcasına çalışmayı sevmeyenlerdenim”
Sanatçı olmaya çok geniş bir pencereden baktığınızı biliyorum. Bir sanat öğrencisinin plastik sanatlarla olduğu kadar şiir, edebiyat, opera, bale, felsefe gibi alanlarla da iletişim içerisinde olması gerektiği düşüncesindesiniz. Üretim sürecinde beslendiğiniz kaynaklar nelerdir?
Sanatla ilgili olan biri, bütün sanat dalları yanında felsefe, sosyoloji, psikoloji, tarih, kültür tarihi gibi geniş bir birikimde olmak zorundadır; bu tek kanallı olmamak demektir. Sanat çok yönlü, çok kaynaklı beslenmeyle elde edilen birikime dayanmalıdır. Özellikle felsefe “sanatın neden ve niçinini, yaşamın neden ve niçinini” sorgulama bilinci açısından vazgeçilmez sayılmalıdır. Felsefesi olmayan bir sanat düşünülemez, sanatçı da. Şiirden, öyküden, mitolojiden habersiz sanat insanı olmamalı. Bunların da yetmediği söylenebilir. Toplumsal, siyasal sorunlara ilgi ve bunlara dair sorumluluklar da sanatçının birikimi arasında yer alır. Ülkesinden, dünyadan haberli, duyarlı olmak sanatçının ilkelerinin ve felsefesinin tutarlı olmasına katkı sağlar. Şiir, öykü, anı yazmalı, konser, bale, opera izlemeli ki bireysel-duyumsal bellek oluştursun ve bunu sanatsal belleğe dönüştürebilsin insan. Yalınkat bir insanın sanatçı olması mümkün değildir. Resim yapmak başkadır ama sanatçı olmak çok geniş bir birikim-üretim-eylem demektir.
Doğa, insan, kalabalık, kitle, kuşlar, yalnızlık gibi konular üzerine çalışıyorsunuz. Odağınız daha çok insan üzerine. Bize biraz çalışma konularınızdan ve çalışmalarınızın ortaya çıkma serüvenini anlatır mısınız?
Yaşama dair ne varsa ya da başka bir deyişle benim yaşamıma; bu günlük yaşam da olabilir; değen ne varsa benim resimsel, yazısal anlatımımı sağlayabilir. Herhangi bir çağrışımla duygularıma düşen çocukluğum, anılarım dahil. Günlük yaşamda meydana gelen toplumsal bir olay, patlama, yangın, direniş, maden ocağı kazası, izlediğim bir tiyatro, okuduğum bir şiir, dinlediğim bir müzik benim için uyarandır ve resimle ifadede bana kapılar açar. Bunun için tarz, teknik, konu saplantısı benim çalışmamı, anlatımımı engelleyemez. Canım nasıl isterse, duygularımı nasıl tavsamadan, bütün tazeliği ve sıcaklığı ile anlatabilirsem, betimleyebilirsem… Üzerinde aylarca, makyaj yaparcasına çalışmayı sevmeyenlerdenim. Benim duygularımı tavsatan bir tarza yönelmem bu yüzden. Öylesi resimlerim hiç bitmez, öylece kalır. Bizim atölyelerimizde yüzlerce yarım resim vardır bu nedenle. Değişim sanatın karakteridir. Bu nedenle “benim tarzım bu” takıntısına itibar etmem. “Her dem yeniyiz, bizden kim usanası” der Yunus Emre, 700 yıl önce. Her yaş döneminin kendine göre değişimleri, erozyonları, getirileri-götürüleri, sorgulamaları-yargılamaları vardır. Bunlar sanat insanının duyarlılığına ve sanat eylemine de etki eder. Bundan otuz yıl önce yaptığım resmi yapamam ki. O kadar çok şey değişti, bu 30 yıl içinde. Eğer sanatçı bunca siyasal, sosyal, biyolojik, ekolojik değişime rağmen eseriyle değişmiyorsa, otuz yıl önceki resmi yapıyorsa burada bir terslik var demektir.
“Sanat eyleminde duyulara, duyumlara “Cıss” demeden anlatımı yeğlerim.”
Resimsel-yazısal anlatımımda doğal olarak insan öğesi ağır basar. Çoğu resmimde-yazımda bu insanlardan biri de benim çünkü. Şiirlerden etkilenerek ve bunlarla yaşamım, yaş dilimlerim arasında bağ kurduğum çok sayıda boya ve baskıresmim var. Örneğin Ahmet Haşim’in “Merdiven” şiiri ile ilgili “yaşam merdiveni” serisi resimlerim. Ceyhun Atıf Kansu, Behçet Necatigil şiirlerinden de. Yine yaşım gereği anlamına daha çok vardığım zaman kavramı ile ilgili resimlerim var; “Ey Zaman” serisi. 1970’lerde bana karabasanlar yaşatan çok katlı, insanı ezen “Mimari Yapılar ve İnsan-Kentsel Yapı ve İnsan” serisi resimlerim. Aynı dönemlerde karşıtlıklar açısından “Doğa ve İnsan” serisi çalışmalarım. Bunlardan ikisi ODTÜ koleksiyonundadır. 1980’lerde siyasal çalkantılar ve kardeş kıyımları için “Çiçek Gibi İnsanlarımız”. Bu resimlerimden biri DRHS ödülü kazanmıştı şimdi Ankara Resim-Heykel Müzesi’nde. Biri de Budapeşte “Museum Fine Art” daimi koleksiyonunda; 1980’lerde satın alınmıştı. 2010’larda patlamalar, katliamlar, yurt yangınları, Soma, Maden ocakları, direniş resimleri.
Sanat eyleminde duyulara, duyumlara “Cıss” demeden anlatımı yeğlerim. “Cıss” denen yerde özgürlük sınırlanmış demektir. İçimden geleni geldiği gibi sözcüklerle, mimiklerle anlatamıyorsam; çizip boyayamıyorsam benim için anlamsızlaşır. Görsel bir oyun için resim yapmam. İçeriğiyle görselliğin bileşkesini bulabilmenin birini, diğerine kurban etmemenin kaygısını taşırım.
Kimseye özenmem, hiçbir öğrencimin bana özenmesine de göz yummam; onu çeşitli uyarılarla kendine döndürmenin yollarını bulurum. Onlara “Yaptığınız sizin olsun, ama taştan topraktan olsun, eninde sonunda iyisini, başarılısını bulacaksınız” derim her zaman. Kendim için de aynı düşünce geçerli; “Yaptığım bir resmin her yönü ile benim olsun, ama dileyen kötü resim desin”. Yazar-çizer eleştirmen tarafından böyle bir olumsuz değerlendirme de umurumda değildir; suyunun suyu, aktarmanın aktarması resim yapacağıma.
Malzeme konusunda inanılmaz derecede üretkensiniz. Gravür alanında çok pratik, yaratıcılığını sizin yaptığınız teknikler var. Bunlardan bize bahseder misiniz?
Yoksul bir köy çocuğuyum; bu nedenle bizim kuşak yokluklar kuşağıdır. En küçük bir kağıt parçasını bile nimet sayar; yolda bulduğum bir çiviyi bile saklarım. 53 yıldır eğitimciyim; öğrencilerime “şunu, şunu alacaksınız” demedim. Eşim de öyle. Kendim bulup buluşturmanın ya da en basit bir şeyden yararlanıp onu amacımıza uygun kullanabilmenin yollarını ararım, ona göre yönlendiririm öğrencilerimi. Saplantılara, katı kurallara, beklentilere göre değil. Çağımız çoklu olanaklar sunmakta her alanda. “Geleneksel teknik bu; bunu öğrenmek şart” gibi bir yaklaşım kural değil, benim için.
Hacettepe’de baskı dersinde bir gün öğrencilerim malzemesiz, hazırlıksız gelmişler, bunun tedirginliği içindeler. Yerde yüzeyi bozulmuş karolar bulduk. Silip üzerine merdane ile boya vererek baskılar yaptık. Hem doğal hem çok enteresan dokularla. Üstelik neredeyse tematik; çok ilgilerini çekti.
Basit bir örnek daha vereyim; Bir gravür plakası-çinko diyelim 25 lira. Bunu alamayacak öğrenciye buna yakın sonuç alabileceği başka malzemeleri, başka teknikleri bulup önermek ve kullanmak mümkün. Aynı ölçüde bir PVC, formika yüzey 1 lira, 2 lira. Soğuk kazıma gravür için metalden farksız. Bunun bir yararı da istenen boyutta bulunabilmesi. Dahası kırarak, dökerek çok çeşitli doku ve biçim araştırmalarına, leke tatlarına da fırsatlar verir.
Benim için üzerinde baskı yapılacak, baskıda sonuç; hem de çok ilginç sonuçlar alınabilecek o kadar çok yüzey var ki. Yüzlerce yüzey bulabilir, yaratabilirim.
Bu araştırıcı tavrın en önemli yanı sadece ekonomik olması değildir. Boyut, çok farklı doku olanakları, rölyefik tatlar, işleme ve çabuk sonuç alma fırsatları da önemli ayrıcalıklar getirir. Çabuk sonuç alma temel ilkelerimdendir. Resimsel duyumsamanın zamana yayılması ilginin, heyecanın, resim karşısında doğal-içten tavırların etkilerin tavsamasına neden olacaktır ki bu bana göre resmin mekanikleşmesi ve yapaylaşması demektir. Bu anlayışım hem baskıresimde hem de boya resimde geçerli.
Bu nedenle serigrafide fotoserigrafi yerine doğrudan elek üzerinde çalışmayı ve beş on dakika içinde baskıya geçmeyi severim, ona göre seçerim anlatacağım konuyu. Fotoserigrafideki zorunlu aşamaların gerektirdiği zamanı kayıp, duygusal yavaşlama sayarım.
Siz hem resim alanında hem de baskıresim alanında üretim yapıyorsunuz. İki alanı bize kıyaslayabilir misiniz? Üretim aşamaları, sunum ve izleyiciden aldığınız tepki ne şekilde olmakta? Bir ayrım var mıdır?
Yetiştiğimiz okullarda dersimize girsin girmesin; bütün öğretmenlerimizden öğrenebileceğimiz mutlaka farklı şeylerin olabileceğini özümlettiler bize. Bu nedenle derslerimize farklı sanat insanlarını davet ederlerdi öğretmenlerimiz. Bizim edebiyat öğretmenimiz Enver Naci Gökşen’di ama derslerimize Behçet Necatigil, Orhan Şaik Gökyay da gelir; o günlerde yeni yazdıkları şiirlerini bizlerle paylaşırlardı. Bir süre sonra bu şiirler Türk Dili, Ilgaz, Yeditepe Sanat Edebiyat dergilerinde yayınlanırdı ve oralarda bu şiirleri okumaktan çok mutlu olurduk. Bu dergilere abone olurduk, her arkadaş ayrı bir dergiye olmak üzere. Bu bilinç daha sonra devam etti, “nereden bir şey öğrenebilir, kapabiliriz” sorgulamasıyla. Gazi’de öğrenciyken ODTÜ’ye, Siyasal Bilgiler’e, Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne konferanslara giderdik, üstelik otobüs paramız olmadığı için yürüyerek.
Gazi Eğitim’de Adnan Turani hocanın öğrencisiydim, hep resim okudum ama bir yandan da yukarıda anlattığım ilkelerle Mürşide İçmeli, Nevide Gökaydın ve Nevzat Akoral öğretmenlerimin baskıresim atölyelerine kayıtlı öğrenciymiş gibi devam ettim. Onların öğrencileri neler yapmışlarsa geceleri uyumayıp ben de yaptım ve sabahları eleştiri almaya gittim. Yaşamlarının sonuna kadar birlikte olduğumuz, birlikte çalıştığımız bu öğretmenlerim her zaman beni kendi öğrencileri olarak bildiler.
1965 yılından beri boya resim ve baskıresim ayrımı yapmadan, aralıksız ve bunları birbirine kurban etmeden çalışan biriyim. Kişisel sergilerim de bu yıllarla paraleldir. 1970’lerden itibaren DYO, Devlet Resim Heykel Sergileri gibi jürili yarışmalarda hem boya resim, hem de baskıresim alanlarında ödül kazandım. Uluslararası sergi ve yarışmalarda da her iki alanda önemli sergilerde yer aldım. 1991’de Osaka trienalinde 7370 baskı içinden ilk yüze girdim. Ertesi yıl boya resimle katılmam için davet aldım.
Bugün de aynı düşüncede ve çabadayım. Atölyemde devasa gravür presim, baskı düzeneğim bir yandadır; boyalarım, tuvallerim de onun ilerisinde. O gün canım hangisini isterse, ilgim hangisinde olursa ona yönelebilmek için hazır…
Bunda elbette sanat eylemini her an düşünmemizin; keyfin ve ilhamın gelmesini beklemek gibi bir takıntımızın olmamasının etkisi var. Anı yazar, günlük tutar, şiir yazar gibi bakarım resim eylemine. Dahası duygularımla, renklerimle, biçimlerimle, çizgilerimle oynamak gibi.
Resmin ve baskıresmin benim sürekli sanatın içinde olmama, bir alandan edindiklerimi diğer alanda da kullanabilmeme, yararlanabilmeme olanak sağladığına inanırım. Bir alanda meydana gelebilecek tıkanmalarımı, tekrarlamalarımı önlediğine inanıyorum bu çeşitliliğin. Çünkü çok uzun yıllar sanatın içinde olanlarda kim ne derse desin; kendini tekrarlama, tıkanma, tıkızlaşma olasılığı söz konusudur. 1968 yılından itibaren önemli sergilerde yer almaya başladım, 1971 yılında ilk sergimi açtım. Bu az değil, 50 yıllık bir süre demek. Bunca yıl içinde boya resimde ve baskıresimde resim satmak hiçbir zaman amacımız, hedefimiz olmadı. Kitaplarımızda da aynı düşünce vardı. Kaç yayınevi desen kitabımız için önemli maddi önerilerle geldi ise de kabul etmedik. Bu yüzden hiçbir kitabımızdan para kazanmadık. Bunun için de Milli Eğitim Bakanlığınca ders kitapları olarak basıldı, tüm ülkeye dağıtıldı. Bu tavrımızı bir bakıma beyin özgürlüğü sayarım. Çok eleştirilmemize rağmen resim armağan etmekten çekinmedik. Bunda uzun yıllar yaşadığımız yatılı okullarda başlayan paylaşım kültürümüzün etkisi var. Başka bir bakışla bizi yokluk içinden alıp yetiştiren, kimlik kazandıran bu ülkeye maddi-manevi borcumuz.
Hemen belirteyim öğretmenliğimden, mesleğimden, bu iki alanda çalışmaktan son derecede mutluyum; böyle bir tercihin de insanın kendisine, kapasitesine, yetilerine saygı anlamına geldiğine inanıyorum.
“Çocuğum olan bir tablomun alnına dayanmış spot ışıklarıyla işkence yapmaya kimsenin hakkı yoktur”
“Pekmezci Sanatsal Gezi Grubu” isimli adınıza kurulmuş bir yurt dışı gezi grubu var. Ben biliyorum ki onlarca ülke gezdiniz ve yüzlerce öğrenciyi çok cüzi rakamlar ile yurt dışını görme fırsatı sağladınız. Bu geziler ile bir müze uzmanı olduğunuzu düşünüyorum. Sorum şöyle hocam, baskıresim eserlerinin korunması ve sergilenmesi yönündeki problemler nelerdir? Doğası gereği çoğunlukla kağıt üzerine yapılan çalışmalar cam çerçeve ile sergilenebilmekte. Yurt dışı sergileme pratikleri ile bizim aramızda bir fark var mıdır? Bunlar nelerdir?
Yurt dışı müze, sanat ve kültür merkezlerinden görsel kazanımların önemini yadsımamalıyız. Bu kesinlikle yabancı hayranlığı olarak değerlendirilmemeli. Bir sanat insanının dünyaca ünlü eserlerle yüz yüze gelmesinin özellikle gençlerimizin alanlarına tutku ile sarılmalarına neden olacağına inanırım. Bütün öğrencilerimizi bu nedenle 1993’te başlayan bir ilgi ile gezilere yönlendirmeye çalıştım. Daha önce birkaç kez eşimle gittiğimiz ülkelere salt öğrencilerimizi oralarda yalnız bırakmamak adına tekrar, tekrar kendi paramızla gitmemiz gerekti. Bu tür çabalar çok etkili oldu, bugüne kadar 500’den fazla öğrenci, asistan, sanatçı gezimizde yer aldı. Üstelik değişik üniversitelerden. Kimine göre işgüzarlık sayılan, hatta ne acıdır ki kimine göre de “Bir çıkarı olmasa gitmez, götürmez” gibi etiksiz değerlendirmelerle küçümsemeler de duyduk. Buradaki ideali, gençlere karşı sorumluluk duygusunu, benim nerelerden nereye böyle öğrenci odaklı öğretmenlerim sayesinde geldiğimi; bunlara karşı duyduğum saygıyı ve vefa borcunu anlamaları kolay değil, herkesin. Ama şuna inanıyorum ki benim gibi yetişenlerin çoğunda bu tavır vardır. 1940’larda doğanların ve aynı süreçleri yaşayanların duygu dünyasını anlaması gerek genç kuşağın. Bizim gezi gruplarımıza katılınca amacımızı anlayan da çok. Öğrencilerimizden ayrı bir kahve bile içmediğimizi herkes biliyor. Bu nedenle bir ekol haline geldi sanat gezilerimiz.
Hayatında ilk kez uçağa binen, ilk kez Türkiye sınırları dışına çıkan, ilk kez bir dünya müzesi ve müzede ancak kitaplarda gördüğü ünlü sanatçıların eserleri ile yüz yüze gelen gençlerimizin heyecanlarına tanık olmak, aile olarak bize yeter. Onlara dünyanın çok da büyük, bazı şeylerin de öyle ulaşılmaz şeyler olmadığını hissetirmek, ufuklarını açmak bana göre en büyük eğitimdir. Biz bu hazzı yıllarca yaşadık.
Sorunuzda değindiğiniz anlamda gezilerimizde ben mutlaka grubun başında olmaya, müzelerde eserlerle ilgili bilgilendirmeye katılırım. Boya resimler nasıl sunuluyor, desenler, pasteller, suluboyalar, baskıresimler nerede ve nasıl sunuluyor; inceliyor, tartışıyoruz.
Bütün büyük müzelerde boya resimler ayrı, özellikle kağıt üzerine olanlar ayrı mekanlarda, ayrı ışık düzenekleri altında sunuluyor. D’Orsay Müzesi’nde Degas’ın pastellerinin loş salonlarda, özel camlı bölmelerde sunulması gibi. Günümüzde ışıklandırma alanında çok önemli gelişmeler oldu. Eserlere en az zarar verecek LED lamba türleri geliştirildi. Doğrudan eser üzerine spotla ışık vererek aydınlatma anlayışı değişti. Eser aydınlatma yerine mekān-atmosfer aydınlatma ağırlık kazandı. Ben yıllar önce bu alanlarla ilgili yazılar yazmaya-konferanslar, sunular vermeye başladım. Bu alanda dünya müzelerinden çekilmiş 4000 görselli birikimim var.
Bizde sergilemede oldukça başarılı örnekler var. Ancak ışıklandırmada hala spotla aydınlatmada inat edenler de var. Gerekçeleri “Mimarlar böyle dedi”. Kimse alınmasın; hiçbir mimarın benim emeğim, alınterim, duygularımın, aklımın bir parçası, çocuğum olan bir tablomun alnına dayanmış spot ışıklarıyla işkence yapmaya hakkı yoktur.
Baskıresim gibi camlı-camsız bütün resimlere spotlarla ışık yönlendirme olmaması gereken bir aydınlatma yolu artık. Buna dikkat edilmediği gerçek. Bizde hala resmin alnına spot dayayarak ışık parlamaları, yansımaları ile ışık vermeyi önleyemedik. Ben bunu “resme ışık işkencesi yapmak” diyorum. Şimdi resim ya da baskıresim yapanlar çok sevdikleri resimlerine ışıkla ne gibi işkenceler yapıldığını bir düşünseler bu spot aydınlatmalarına karşı çıkarlar.
Uluslararası alanda çok sayıda baskıresim sergi ve yarışmaları var. Bunlar içinde özellikle Osaka Trienali’nin bir araştırma konusu olması gerektiğini belirteyim. Dünyanın önemli sanat Müzeleri’nin Baskıresim bölümlerinin direktörlerinin yer aldığı jürilerden oluşan bir sanat etkinliği Osaka Trienali.
Burada yeri gelmişken üç sanat müzemize değinmeden geçemeyeceğim. Sanatıyla bu ülkeden kazandığını yine bu ülke insanına müze olarak armağan eden kişisel çabaları ve birikimleriyle İMOGA’nın kurucusu baskıresim ustası Süleyman Saim Tekcan’a, Mustafa Ayaz Müzesi’ni kuran Mustafa Ayaz’a ve Anadolu Üniversitesi Sanat Müzesi’nin kurucularından lito baskı ustası Atilla Atar’a teşekkür borcumuz var.
Baskıresim alanında çalışmak isteyen ancak alana dair tereddütleri olan gençler için ne tavsiye edersiniz?
Baskıresim tereddüt yaşanacak herhangi bir alan değildir. Paylaşım kültürünün çok haz veren bir yönüdür. Her tekniğin vereceği farklı olanaklar insana farklı hazlar yaşatır. Uluslararası sergilere katılımda baskıresim çok büyük kolaylık demektir. 1990’larda Osaka Trienaline boya resimle katılmam için davet almıştım. 100×100 bir resmim için 290 lira istendi; katılamadım. İkinci yıl baskıresim istendi; 70x100cm ölçülerinde baskıresimlerimden rulo yaptım; dayanıklı bir ambalajla. 5-20 lira gibi bir ücretle gönderdim. Aynı dönemlerde Şili Bienali vardı, oraya da gönderdim. Birbirinden binlerce km uzakta iki baskıresmim beni temsil etti.
Sanat tarihinin her döneminde bütün usta sanat insanlarının boya resimler yaptıkları, bir yandan da baskıresimle eser verdikleri bilinir. A. Dürer, Rembrandt, Goya, Picasso ve Alman Ekspresyonistlerinin hepsi resim-baskıresim ayrımı yapmadan eser vermişlerdir. Ernst Barlach, Kathe Kollwitz gibi sanatçılar da baskıresmi temel ifade yolu olarak görmüşlerdir. Ressamlar yanında heykelciler de baskıresme çok önem vermişlerdir. Kathe Kollwitz, Ernest Barlach, Henri Moore; lito, gravür, ağaç baskı çalışmalarıyla bu alanda incelemeye değer sanatçılardan bazıları.
“Türkiye’nin bir baskıresim haritası çıkarılmalıdır”
Engravist olarak Türkiye’de günümüz baskıresim sanatının bulunduğu konumu daha yukarılara taşımayı ve geçmiş-gelecek bağını kurmayı hedefliyoruz. Siz baskıresmi gelecek nesillere iletme konusunda yıllardır özveri ile çalışmış bir eğitimcisiniz. Bu yolda Engravist çalışmalarını nasıl yorumluyorsunuz?
Bir eğitimci olarak sanat adına, bu ülke adına neler yapılırsa başımızın üzerinde yeri vardır.
Özellikle bütün çabalara rağmen sanatın toplumsallaşamadığı, elitist bir uğraş gibi görüldüğü, entelektüel çevrelerin bile çok sınırlı bir alanda, sınırlı insanların yönlendirmeleriyle hareket ettiği bir ülkede ne yapılsa azdır sanat için. Bizde klikleşme, kemikleşmiş kendi doğruları ile alanın genelini görme yerine, önüne gelenleri görme sınırlılığında olmamak başarı için önemli ilke sayılmalıdır. Bunun için de Türkiye’nin bir baskıresim haritası çıkarılmalıdır. Hangi kentte, hangi üniversitede neler yapılmaktadır, kimler bu alana katkı için didinmektedir; neler, hangi aşamalar yaşanmıştır, yaşanmaktadır? Mutlaka bunun dökümü olmalıdır. Değerli-değersiz, başarılı-başarısız, önemli-önemsiz, büyük sanatçı-küçük sanatçı değerlendirmesi; “A kenti, B kentini döver” ayrımcılığı tartışmaları bunlardan çok çok sonra gelmeli.
Bu alanda bir iki örnek bile bizim ne denli sınırlı alanlarda “al gülüm-ver gülüm” oynadığımızı gösterir. Tokyo’da Ağaç Baskı Sanatçıları Derneği’nin üye sayısının 2500 dolaylarında olduğunu söyler Hasan Kıran. Bu bir bilinç ve organize güç demektir. Biz bu kadar büyük bir ülkede, bir çırpıda birkaç bin baskıresim fedaisi sayabiliyor muyuz bütün mesele bu.
Günümüzün iletişim ağı zinciri saniyede bağ kurma olanağı sağlamakta ve herkese her türlü bilgiyi anında ulaştırabilmekte. Yazılar, makaleler, tartışmalar, söyleşiler, teknik analizleri, öneriler, ulusal-uluslararası sergi ve yarışma bilgileri, yurt dışı benzer kurumlarla bağ kurma çabaları bu iletişimde yer almalıdır.
Çağdaş baskı anlayışında radikal değişiklikler var. Geleneksel baskıdaki her baskının birebir aynı olması ilkesi alabildiğine değişmekte her baskıda farklar yaratma yoluna gidilmekte. Baskılar üzerinde oynanabildiği gibi yer yer delikler açma, kesme, biçme, yakma, ekleme gibi uygulamalar da görülmekte. Bununla ilgili bir araştırma üzerinde çalışıyorum zaten. Baskıresimde çok büyük boyut, kağıt dışında malzeme yüzeyine de baskı, camsız sunum gibi çalışmalar da yaygınlaşmakta.
Klasik yöntemlerin yanında bu gibi özgür uygulamalar bir anlamda her baskının tekrar baskı yerine farklılıklar içerdiği düşüncesini geliştirecektir.
Röportaj: Arş. Gör. Dr. Zeliha Kayahan
Share this content: